27 Haziran 2015 Cumartesi

AK Parti üzerinden Erdoğan ve gerçekte Türkiye düşmanlığı

Ülkemizde bir takım medya kuruluşları, bir takım meslek kuruluşları ve ülkede dikili bir ağacı bile olmayan muhalefet, ısrarla “başkanlık sarayı” üzerinden Erdoğan’a saldırmayı alışkanlık haline getirdiler.


Birlik, beraberlik, kardeşlik içerisinde çok daha büyük ve itibarlı, bölgesinde daha etkin bir Türkiye’yi inşa etmeyi amaçlayarak ülkemizin gücüne ve şanına yakışır bir başkanlık kampüsü yaptığı için Erdoğan’a yönelik nefret dili aralıksız devam ediyor.

Ülkeyi yönetme hakkının efendileri tarafından kendilerine verildiğine inanan, iflah olmaz bir aşağılık kompleksi ile malul olan seçkinler ve “kiralık kirli kalemler”in örgütlü bir tarzda ve bir süredir işledikleri Erdoğan karşıtı tezler, İsrail lobisinin tebessümleriyle zirve yaptı.

Halkın seçtiği ilk reis-i cumhuru saraydan indirmekten, bütçesini kısıtlamaktan, sarayı utanç müzesi yapmaktan söz ediyor, asmayacağız, hapsedeceğiz diye abuk sabuk laflar edebiliyorlar.

Vesayet rejiminde kendi gelecekleri için kontrol edilebilir istikrarsızlığı sağlayıp, bu millete, kan, gözyaşı, yolsuzluk, ekonomik yıkımla yüklü 90’lı yılları yaşatan beyaz Türkler ve paralel yapı özellikle son dönemde Başbakan Tayyip Erdoğan’a karşı akıl ve mantıkla izahı mümkün olmayan bir öfke nöbeti yaşıyorlar.

Son yemin töreninde Cumhurbaşkanımızın meclise girişinde muhalefetin yabancı misyon şeflerinin gözü önünde her türlü insanî ve millî refleksten yoksun bir saygısızlık örneği sergileyerek ayağa kalkmamaları bir başka insani ve milli olmayan tavırdı.

Milli iradeyi temsil makamında olan kişilerin milli iradenin tecessüm ettiği bir şahsa ve makama karşı gösterdikleri bu saygısızlık, yeni dönemde diyalog ve uzlaşı üzerinden inşa edilmesi gereken demokratik siyaset dilini de ilk günden zehirleyen bir davranıştı.

Türkiye’yi, dünyanın yükselen yıldızlarından biri yapan… IMF’yi ülkeden kovan… Sağlıkta devrim yaparak dünya standardını yakalayan… Avrupa’da iflaslar devam ederken ülkemi ekonomide dünyanın en iyileri arasına sokan… Anaların ağlamaması, ülkenin hiçbir evladının kanının akmaması için çözüm adına baldıran zehri içmeyi göze alan… Bu topraklarda yaşayan her iki kişiden birinin duasını alan Tayyip Erdoğan düşmanlığı tek sermayeleri kaldı.

Türkiye’ye çağ atlatarak Marmarayları, hızlı trenleri, Kanal İstanbulları, tüp geçitleri inşa eden, kendi helikopterini, topunu, silahını yapan iktidar üzerinden Erdoğan ve gerçekte Türkiye hedef halindedir.

Dün Osmanlı’yı çökertmek için, Abdülhamid Han’a kurulan dış kaynaklı kumpaslar, oluşturulan koalisyonlar bugün 2071 hedefleri olan iktidara ve lideri Erdoğan’a, gerçekte ise Türkiye’ye kurulmaktadır.

Yahudi-Haçlı ortaklığı ve maşaları paralel yapı önce Türkiye’yi sonra da İslam dünyasını ayağa kaldırmak istediği için Erdoğan’dan kurtulmak istiyor. Çünkü Müslüman ya da İslam imajı Erdoğan’la beraber daha itibarlı hale geldi.

Bu kirli koalisyon Tayyip Erdoğan’ı, ulusal çıkarlarımız gereği Ortadoğu’da, Afrika’da dünyanın sahipleri ile birlikte hareket etmediği ve Türkiye’yi yalnızlaştırdığı iddiasıyla acımasızca suçluyorlar. Yani, Erdoğan katliamlara ortak olmadığı için çok kızgınlar…

AK Parti iktidarı kendileri adına Türkiye’de nöbet tutanların düzenine çomak sokup tasfiyeler yaptıkça, medyatik yanıltma ve düşmanlık dilinin dozajı da arttı. Burada tekrar altı çizilmesi gereken husus, Erdoğan ve AK Parti düşmanlığının başından beri tek anlamının Türkiye karşıtlığı olduğudur.

Hem içte, hem de dışta Erdoğan’ın tek hedef haline getirilmesinin anlamı çok açık. Erdoğan’ın kellesini isteyenler, aslında ülkenin uyanışını, dirilişini ve yeniden dizaynını isteyen duruşu, AK Parti’yi AK Parti yapan ruhu istiyorlar. 




O diriliş, uyanış duruşu, o ak ruh ele geçirilebilirse tehlikenin ortadan kalkacağını, AK Parti’nin tehlike olmaktan çıkacağını, renksiz, kokusuz, ruhsuz bir politik hareket haline geleceğini, dünya müesses nizamı tarafından ehlileştirilip kontrole alınabileceğini biliyorlar çünkü.

2002’den bu yana vesayet rejiminin bütün barikatlarını yıka yıka güçlenerek yürüyen bu büyük halk hareketini durdurmanın tek yolunun bu olduğunu görüyorlar.

Liberaller, ulusalcılar, Kemalistlerin paralel yapıyla şimdilerde oluşturduğu yeni ittifakın şifresi aslında Erdoğan düşmanlığında düğümleniyor. Malum, vesayetçiler AK Parti iktidara geldiği günden bu yana bütün demokratikleşme adımlarına, vesayet sistemiyle mücadeleye şiddetle karşı çıktılar.

Yeni bir anayasayla, başkanlık sistemiyle Erdoğan’ın liderliği ülkeye çağ atlatacak, Türkiye’nin bileğini kimse bükemeyecektir. Bunu gören ve bilen dış şer güçler tekrar devreye girip Erdoğan’ı hedef tahtasına oturttular. Türkiye’nin büyümesi, kendine yetmesi İslam âleminde ve bölgede yeni baharların habercisidir.

Silahlar susacak, çözüm süreci başarıya ulaşacak diye kuduran, çıldıran, aman barış gelmesin diye panikleyen ve ülkeye verebilecekleri hiçbir şey olmayan bütün muhalif çevrelerin ellerinde kalan tek sermaye Tayyip Erdoğan düşmanlığıdır.

Bu milletin derdiyle dertlenmeyenden bu ülkeye de bu millete de hayır gelmez.

Erdoğan, büyük hayalleri ve büyük hedefleri olan ve bu hedeflere doğru koşan bir lider olduğu için, yaşadığı dönemin ruhunu kavrayabildiği, mevcut paradigma harici düşünceleri olduğu ve eski kalıpları değiştirmeye cesaret edebildiği için tarih yazıyor. O yüzden de vazgeçilmiyor.

İç ve dış şer güçlerinin vazgeçtiklerine bizim sahip çıkmamız ülkemize, milletimize, ümmetimize sahip çıkmakla eşdeğerdir. Yarınlar elbet bizim elbet bizimdir…



YENİ AKİT / Burak Karen




Kim neyi niçin savunur .


İslam, her alan ve her konuda ilkeleri ve beyanları kendine özgü olan müstesna bir sistemdir. Müslümanlar bu şuuru hiçbir zaman kaybetmemeliydiler, ama kaybettiler.

Hayat boşluğu kabul etmediği için, İslam toplumu batının atık maddelerini yüksek değerler olarak algıladılar, aldılar ve ilâhî değerlerden boşalan hayat iklimlerine yerleştirdiler.




Birkaç asırdan beridir tamamen batı kültür ve medeniyeti etkisi ve baskısı altına giren İslam coğrafyasının yazar ve çizerleri “uzak yerin somununu büyük görünür” vecizesinde olduğu gibi haddinden ziyade batı değerlerini şişirdiler daha büyük göstermeyi başardılar.

Uzun süre batının medeniyetinden dem vurdular, İslam dünyasının geri kalmışlığını İslam’a fatura ettiler. Bilgi yoksunu, fikir kaçkını, din düşmanı kof bir nesil yetiştirmeye yeltendiler. Kısmen de olsa başarı sağladılar.

Hiçbirinin düşüncesini, bir başkasının kabul etmediği filozoflar tasarımlarını hikmet diye yutturdular. İmanını kaybeden, Kitabını reddeden ve kendi değerlerine zıt ve düşman bir neslin yetiştirip güçlenmesine vesile oldular.

Jöntürklerin ve karanlık zihniyetin temsilcilerinin sayesinde birçok bâtıl kavram İslam âleminin ufkuna saldılar ve kara bulutlar gibi yoğun halde kasavet yerleştirdiler.

Batı medeniyeti sahipleri ve savunucuları, demokrasi, laiklik, halkların özgürlükleri temalarını işlediler. Kendi değerlerinden tamamen uzaklaştılar. Bu anlayış İslam atmosferine öylesine yerleşti ki masum milletin iman mekanizmasını karıştırdı ve ruh dünyasını kararttı.

Altı asırlık büyük ve güçlü devletimiz çöktü ve yerine “cumhuriyet” adında bir küçük devlet kuruldu. “Cumhuriyet” kavramı kurucuları ve destekçileri bununla yetinmedi, buna bir yama yapma gereği duydular. Bundan sonra bir de “laiklik” eklendi, o da yetmedi, “demokrasi” de devreye sokuldu. Bunların tadına doyamadılar “sosyal devleti” de ihmal etmediler.

Farkında mısınız? Cumhuriyet sistemi ile kurulan devlete biraz daha payanda verdiler ve daha etken (!) vasıflar kazandırmaya çalıştılar ve “demokratik laik ve sosyal hukuk devleti” diye bir kavram ile devleti şekillendirdiler.

Demokrasi gereği, particilik yerini almakta gecikmedi. Bir asra varan süreçte toplum gittikçe ayrıştı ve birbirlerine zıtlaştılar, aralarına “kırmızı çizgiler” çektiler. Aşırılaştılar birbirlerine zıtlaştılar. Birinin ak dediğine diğerinin mutlaka kara demesi zorunlu teamül haline geldi.

Pekiyi bu toplum, “komşusunun aç yatmasından” sorumlu tutulduğu ve bundan derin bir acı duyduğu bilincini nasıl kaybetti? Özellikle devleti adeta hortumlama yarışına katılmak için neden sınır tanımaz ve inanılmaz ölçülerde hırçınlaşarak kendi öz değerlerini yok sayar duruma düştüler!

Hani, bütün müminler kardeşti, hani garptaki mümin şarktaki mümin kardeşinin derdi ile ilgilenecekti. Hani, bütün müminler birbirlerini tutan ve dimdik ayakta duran bir binanın elemanları gibiydiler. Hani, kendilerinin ihtiyaçları olmasına rağmen muhtaç mümin kardeşlerini tercih edip kendi haklarından vazgeçeceklerdi. Hani bütün müminler içinkanaat bitmeyen hazine olacaktı. Hani Müslüman, devlet malını kullanırken yüreği titreyip ihtiyacından fazlasına el uzatmayacaktı. Hani mümin yaptığı hizmeti yalnızca Allah rızası için yapacaktı. Hani müminler tefrikadan uzaklaşıp birbirlerini her meşru işte destekleyeceklerdi. Hani faiz alış veriş hususunda yalnızca Allah’ı ve Resulünü dinleyeceklerdi. Hani Kur’an ve sünneti vazgeçilmez ilke edineceklerdi? Hani? Hani?

Hani “karz-ı haseni” işletip mümin kardeşlerini, kahredici ihtiyaç içinde bırakmayacaklardı?

Hani “benim karnım tok olsun da başkası acından ölürse, bana ne” demeyeceklerdi?

Hani hiç kimse hiç kimseyi istismar etmeyecekti? Hiç kimse hakkaniyet çizgisini aşmayacaktı? Hani zengin çalıştırdığı insanın alnındaki teri kurumadan ücretini verecekti. Hani? Hani?

Bütün bunların temelinde kaybettiğimiz manevî değerler ve onların oluşturduğu boşluğu dolduran batı’nın zehirli atıkları ile müslümanda kişiliği yıktılar. Ondan önce de müslümanların görmezlikten geldikleri ve kulak ardı ettikleri mübarek ve muhteşem temel değerlerin ihmali vardır.

Bütün bu ifadeleri aydınlatacak ve hakikati gözler önüne serecek muazzam bir ilâhî beyan var;

Sizin aranızdan seçilen, öncülük yapan, hayra davet eden, maruf ile emreden ve kötü olan her şeyden alıkoyan bir ümmet (lider kadro) olsun (seçin). İşte onlardır o dünya ve ahiret mutluluğuna erenler. (Ali İmran: 3/140) Ya bunu kabul etmeyenler..?



Artçı uyarılar


7 Haziran genel seçimlerinin akşamında nasıl da sevinmiş, şımarmış, hezeyanlar anaforuna kapılmışlardı. Hiçbir sosyolojik karşılığı bulunmadığını kendileri de bildikleri halde yalancı zaferlerine, nasıl kaf dağından ağır anlamlar, misyonlar yüklemişlerdi. AK Parti iktidarı sonlanmıştı, vehimlerine sarmaladıkları zanlarına göre. Tayyip Erdoğan bir daha kalkamayacak şiddette yere yıkılmıştı. Yakında Cumhurbaşkanlığı sarayını terk etmek zorunda kalacaktı. Yüce Divan’da yargılanacak ve sahte mesihin bütün öngörüleri bir bir zuhur edecekti. Onlar, kıyamete kadar sürecek iktidarın temsilcileri olarak idareye el koyacaklar, sadece Türkiye’yi değil, gün gelecek bütün dünyayı yöneteceklerdi.

Ama yine olmadı. Tuttukları fallar, öngördükleri kehanetler, üç gün sonra realitelerin aydınlatıcı tayflarıyla uçup gitti ve onları yine hezimetin acımasız ellerine teslim etti. Makyajı aktığında bütün çirkinliği ile sırıtan acuzeye döndüler. Yağmur bekledikleri kara bulut başlarına azap yağdırmıştı. Mekr-i İlahinin tuzağına düştüklerini geç anladılar.

Denizin yarılıp Musa’ya yol olacağını Firavun nerden bilsin. Sebepleri tanrılaştıran nadanların, ilahi inayetin, ilahi yardımın sebeplerin sükut ettiği zaman dilimlerini gelişine vesile yaptığını anlamalarına hiç imkan, kavramalarına hiç ihtimal var mı? Yaptığı ve yaptırdığı yanlışlar karşısında, tövbe edip Rabbine yöneleceğine, temerrüt edip şer ittifaklara yönelen bir insanın hal-i pür melalini resmeden görüntüler, hidayetten mahrumiyetin insanı nasıl bir zulmet bataklığına fırlatıp attığının ibretlik göstergeleri iken, hâlâ ona umut bağlayanların, haydi dinle, imanla demeyeyim ama hiç olmazsa akl-ı selimle uzaktan- yakından bir irtibatlarının kaldığı iddia edilebilir mi?

Sanki, Türkiye’de başlatıp sonra bütün dünyaya yaydıkları en lüks otellerde verilen iftar yemeklerine ev sahipliği yapıp milyonlarca dolar harcayan; yine en lüks otellerde en pahalı menüler eşliğinde toplantılar tertipleyen kendileri değilmiş gibi, nasıl da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, devleti temsil ettiği makamında, başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere, ülkemizin en saygın din ve ilim adamlarına verdiği mütevazı iftara saldırdılar; kendi harcadıkları paraların mikyasıyla bir sürü yalan uydurdular, bir sürü bühtan ve iftirada bulundular. Mesele verilen iftar mıydı, yoksa bu iftarın Recep Tayyip Erdoğan tarafından eski-yeni Diyanet mensuplarına ve seçkin ilahiyat alimlerine verilmiş olması mıydı? Ağızlarından saçılan salyaların kokusu ikinci şıkkı işaret ediyor. Bu hal, bir kokuşmuşluk, bu durum manada bir bitmişlik eseridir.

Behey manadan nasipsizler! Emniyette polis şefi olabilmek uğruna feda etmediğiniz dini ve ahlaki değer kalmayan sizler; vali-kaymakam makamında kalabilmek için yapmadığınız melanet bırakmayan sizler, yargı ve askeriyeye yerleşebilmek adına şeytanları dahi utandıracak kadar insani değerlerinizden firar etmiş sizler; en küçük bürokratik mevki hatırına, hakkın bütün hatırlarını ayaklar altına alıp çiğneyen sizler; biraz bitiniz kanlanınca işi hemen metresleri çoğaltmaya götüren ve hiçbir aile hukuku tanımayan sizler; evet bütün bu müptezellikleri sadece kendinde bırakmayıp aile ve yakın akrabalarına kadar taşıyan sizler, nasıl utanmaz bir yüzle, İstanbul gibi bir dünya şehrinin belediye başkanlığından Başbakanlığa, oradan Cumhurbaşkanlığına yükselmiş ve bu uzun çizgide dininden, milli ve manevi değerlerinden zerre kadar taviz vermemiş, başta ne ise hep öyle olmuş, öyle kalmış bir şahsiyete din adına söz söyleme cesaret ve cüretinde bulunuyorsunuz? İşlediğiniz cürüm, düştüğünüz durum itibariyle, dünyada din adına konuşacak en son insanlar bile artık sizler değilsiniz, bu haliniz devam ettiği sürece de ebediyen olamayacaksınız.

Yaptığınız bütün bedduaların, okuduğunuz bütün kahriyelerin, sihir ve büyü adına işlediğiniz bütün alçaklıkların başınıza nasıl sel sel bela ve musibet olarak döndüğünü ve bu sefil halinizin size hem dünyada, hem de ahirette nasıl kötü akıbetler hazırladığını hiç olmazsa yaşadığınız ard arda hüsranlar vesilesiyle görün, uyanın. Uzun yıllardır terk ettiğiniz kutsi değerlerinize geri dönün. Kendi uydurduğunuz mazeretlerin arkasına saklanma sapıklığından vazgeçin. Dini, dünyevi maksatlara vesile olsun diye değil, dini, din olduğu için yaşayın.

Recep Tayyip Erdoğan’a düşmanlığınızın gerçek sebebini artık herkes biliyor. Siz aslında onun değil, milli değerlerin ve milli iradenin düşmanısınız. En azından bu milletin düşmanlarının ödün kabul etmez dostusunuz. Ama şunu bilin ki, sizinle mücadele, bütün bir millete mal olmuş mücadeledir. Bu millet, yurdunda son ocak tüttüğü sürece sizinle mücadelesine devam edecektir. Depremleri yaşadınız, şimdikiler artçı uyarılar. Uyanmazsanız, kıyametiniz çok yakın demektir. Vaat edilen vaktiniz sabahtır. Ayetteki soruyu hatırlayın ve ürperin: Sabah yakın değil mi?

YENİ AKİT / Latif Erdoğan



Yoksa şeytanın ortağı aramızda mı?



İklimler değişiyor. Karbondioksit oranı artıyor, okyanuslar ısınıyor, kutuplarda buzullar eriyor, deniz seviyesi yükseliyor, orman yangınları artıyor, buzul tabakaları parçalanıyor, göller küçülüyor, kurak dönemler uzuyor, ırmaklar kuruyor. Kış sıcaklıkları artıyor, ilkbahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, bitkiler erken çiçek açıyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor, yaşama alanları farklılaşıyor, kıyı şeritleri erozyona uğruyor, mercan resifleri ağarıyor, kar yığınları azalıyor, bulut ormanları kuruyor, hastalıklar yayılıyor, yüksek enlemlerde sıcaklık artıyor... Dünyaya neler oluyor?


Türlü aldatmacalar ve hilelerle kendisini insanlara farklı şekilde tanıtanlar, kitleleri en usta numara, felsefe ve bilimsel yalanlarla güden ve sömürenler, insanları fikren iğdiş edip kendi sistemlerinin kulu ve kölesi yapanlar… Allah’a iftira atıp, şeytana çalışanlar… Peki, kim bunlar?

Yeryüzünde her kıtada kan, gözyaşı, vahşet ve şiddet var. Medeniyetler çatışıyor, hak batıl mücadelesinde mazlumların sesleri arşa yükseliyor. Kıyamet mi yaklaşıyor, mehdi ve deccal mı zuhur etti?

Kıyamete yakın çıkacağı öngörülen en büyük fitne, Allah adına hareket ettiğini de iddia edip insanları ayartacak, kendine bağlayıp, saptıracak olan son ve en büyük musibet, şeytanın yardımcısı güçlü ve kötü ruh Deccal mı aramızda?

Ahlaksızlığın, karmaşanın, savaşların, çatışmaların çok yaygınlaştığı, terörün, cinayetlerin ve şiddetin günlük hayatın parçası haline geldiği bir dönemde doğudan gelecek ve Müslümanlar bir şehirde ortaya çıkacak, kırk günde dünyayı dolaşıp Mekke, Medine ve Mescid-i Aksa’ya giremeyecek Deccal bütün bu fitne fesadın sebebi mi?

Fitneyi en büyük koz olarak kullanan Deccal, medeniyetin zevk ve eğlencelerini, nefsin hoşuna gidecek her şeyi taraftarlarının, dostlarının önüne serer, onları makam, mevki ve maddî imkânlarla el üstünde tutar, refah ve saadet sunar. Kendini tanımayan kimseleri yokluk, azap, işkence ve sıkıntılara atar, hayatlarını zindana çevirir.

Bediüzzaman’ın belirttiğine göre ise Deccal bir kısım padişahlar gibi kuvvet, kudret, kabile, aşiret, cesaret ve servet gibi bir saltanat vasıtası olmadığı halde, zekâveti, fenni ve siyasî ilmiyle mevkii kazanır. Ve aklıyla birçok âlimin aklını emri altına alır, etrafında fetvacı yapar. Birçok öğretmenleri de kendine taraftar eder, din derslerinden soyutlanan millî eğitimi rehber edip tamimine şiddetle çalışır. (Şuâlar, s. 504.)

Dikkat çekmeden, yavaş ve derinden faaliyet gösterecek Deccal ve taraftarları için gizlilik esas olacak, bu amaçla “gizli teşkilatlardan” destek alacak ve bu gizliliğin bir gereği olarak, derin devletler oluşturup onların başına geçecek, adeta “görünmez bir güç” gibi hareket edecektir. Bu sayede sinsi bir şekilde bozgunculuğu organize edecektir.

Çok dilbazdır. Kandırmayı ve demagojiyi iyi bilir. Sahtekârlığı, sinsiliği ve oyunculuğu iyi bilir. Yüze güler fakat çok kahpedir. Sistemli bir şekilde plan hazırlar. Fakat sonunda kendi oyunu kendi başına geçerek belasını bulur.

Düşünüyorum da bütün bu anlatılan yaşananlar değil mi? Devam ediyorum…

Deccal barışa hizmet ettiğini, evrensel değerleri koruduğunu söyler. İnsan haklarını savunucu haliyle mümin rolünde görünür. Deccal bu dini ve insani değerleri savunduğunu söylerken diğer taraftan tam tersini uygulamaktadır.

Deccal adaleti sağladığını söyler ancak adalet sadece kendi taraftarlarınadır. Yani adaletsizlik diz boyu yükselir. Barışa hizmet ettiğini söyler ancak her savaşın ardından o çıkar. İnsani değerleri ve yardımlaşmayı basit örneklerle gösterirken diğer taraftan kaosta, karmaşada ve bozgunculukta başroldedir.

Deccal mutlaka tek gözlüdür. Körlük, gözünün ilahi gerçeklere kapalı olması anlamındadır, yani kalp gözü kördür. Mevlâna “İnsan hevâ ve gazap sebebiyle kör olur” derken bu körlüğün başka bir yönünü nazara verir. Bediüzzaman ise Deccalın yalnız münhasıran bu dünyayı görecek bir tek gözü var ve akıbeti ve ahireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder, yani iman gözü, gözünün hidayet ışığı kapatılmış, kalbi mühürlüdür der.

Deccal hurafelerin, yalancılık ve kötülüklerin sembolüdür. Deccal toplumda fesat ve anarşinin yaygınlaşmasına çabalar.

Deccal Yahudi’dir. Yahudi severliği, Yahudi koruyuculuğu ile Yahudi olduğunu anlamak mümkündür.

Deccalın çocuğu yoktur. Belki de hiç evlenmediği için çocuğu olmayacaktır.

Deccalın boyu çok büyüktür. Tamamen maddeci, tabiatçı, kendinde bir nevi sahte tanrılık tahayyül eden, kendine rükûa vardırır gibi boyun büktüren Deccalın boyunun büyük olması, iktidar ve icraatının büyüklüğüne, maddî ve siyasî gücünün fazlalığına işaret eder.

Deccal, rüzgâr gibi hızlıdır. Halka yalan vaatlerde bulunur, onlara mutluluk söz verir ama mutsuzluğu getirir. İnsanların nefislerine hitap eder, gerekirse onları çeşitli yöntemlerle ikna eder. İkna olmayanları ise sindirirler.

Deccal dini ve siyasi yönden çok güçlü olacak, kendisini çok nazik biri olarak gösterecek ve Dünya’nın ilgisini toplayacaktır.

Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylar ve oluşan gerilim ortamı, hadislerde zuhur eden fitnede sanki deccalın parmağı var gibi.

Firavunların, nemrutların yapamadığı tahribatı yapan Deccalı tanırsak onun şerrinden korunabilir, manevi dünyamızı tehlikelerden kurtarabiliriz.

YENİ AKİT / Burak Karen



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder